Felsefi Bir Sorun Olarak “Erkek Akıl”, Cinsiyet, Özcülük
Son yıllarda feminizmin kimi konularının oldukça hararetli tartışıldığı malumunuz. Sosyal medya ortamlarının da saldırgan şehvetiyle tüm tarafların iştahını kabartan konular oldu bunlar. Cinsiyet ve kimlik tanımlarından özcülük ve fobi tartışmalarına uzanan belalı bir hattan bahsediyorum.
İşin aslı, düşünsel derinlikten uzak, “laf sokma” uzmanlıklarının yarıştırıldığı, cancel ve linç kültürüyle köpürtülen bu ve benzeri “tartışmalardan” felsefe ile bir nebze kurtulabileceğimizi düşünüyorum. Üstelik felsefe ile aralanacak kapıdan pratik anlamda mücadeleye uzun soluklu bir bakış üretebilmek de mümkündür.
Bu yazı dizisini -henüz devamına eklenebilecekleri bilmiyorum- içiçe halde birkaç kitabı değerlendirerek sürdüreceğim. Bunlar, Alison Stone’un Feminist Felsefeye Giriş, Genevieve Lloyd’un Batı Felsefesinde Erkek ve Kadın: Erkek Akıl, Adrianan Cavarero’nun Platon’a Rağmen: Antik Felsefenin Feminist Bir Yeniden Yazımı ve Carrie Hull’un Cinsiyet’in Ontolojisi kitaplarıdır.
Öncelikle Stone’un kitabı oldukça mütevazı bir isme sahip olsa da –henüz giriş- bizi felsefenin, insanın düşünme serüveninin büyük tarihine davet ediyor. Kimi tartışmalar için Antik Yunan’ın Sokratik dünyasına kimileri için 1980 sonrasının yapıbozumcu dil felsefelerine uzanmak gerekiyor.
Davet iyi, güzel de nereden başlayacağız?Hatta şöyle sormak da mümkün. Feminizm(ler) felsefeye nasıl, nereden giriyor? Nasıl bir ilişki var? (1)
Hevesli bir felsefe okuru olarak görebildiğim kadarıyla feminizm ile felsefe ilişkisine odaklanan yapıtlarda iki ana yol beliriyor. Bunlardan biri feminist bir perspektifle felsefenin çeşitli ekollerinin, akımlarının değerlendirilmesidir. Feminizmin “kendi alanından” felsefe tarihine bakışıdır bu. Bir diğeri ise belli feminizm yorumlarının, bu yorumlara ait kimi kavramların, bizzat felsefenin mevcut alanına ya da birikime yerleştirilmesidir. Söz gelimi toplumsal cinsiyet kavramı buraya oturmaktadır. Kuşkusuz bu iki yol arasında çift yönlü bir ilişki de vardır.
Kabaca bahsettiğim bu iki yolda, yine görebildiğim kadarıyla, felsefeyle ilişkimizi baştan kötürümleştiren kimi yorumlar da vardır.
Tezimiz şudur: Tüm bir felsefe tarihini ünlü filozofların “eril beyanlarına” indirgeme ya da mizojiniyi eleştirirken lafzın sınırlarını aşamama; sisteme, yönteme, ontolojiye, epistemolojiye, etiğe, mantığa girememe feminist düşünce için bir tür öz sabotaj (self-sabotage) olarak değerlendirilmelidir.
Kuşkusuz “eril önyargı”, mizojini ya da cinsiyetçilik eleştirisi çok faydalıdır ve bunu biz feministlerin yapmasından daha doğal bir şey yoktur. Ne var ki felsefenin olanaklarını bu perspektife daraltmak, feminist eleştiriyi de verimsiz hale getirmektedir. Oysaki cinsiyetin ontolojik soruşturmasının insan doğası tartışmasıyla, ezilmenin kökeni hakkındaki çeşitli tezlerin nedensellik, görelilik ya da nominalizm gibi felsefi kavram ve kategorilerle, hatta bunlarla oluşan sistemlerle ilişkilendirilmesi gerçek bir fırsattır. Kadının ikincilleşmesi üzerine kimi tezleri, “hakikati biz yaratırız” diyen kimi sofistlerden bugünün kültürel inşacılarına uzanan bir hattın içinde görmek ilginç ve oldukça öğreticidir. Kısacası, bizim için felsefede büyük imkanlar vardır ve üretimleriyle pek çok feminist felsefeci daha fazla tartışılmayı hak etmektedir.
Yine de “cinsiyetçi beyan” eleştirisi her şeyin başı ve sonu olduğunda, Platon’un idealizminden önce erilliği, Aristoteles’in metafiziğinden çok cinsiyetçiliği, Kant’ın kategorileri değil cinsellik düşmanlığı keşfedilecektir. Bu liste uzatılabilir. Bu arada örneğin skolastik felsefeye zaten hiç bakılmayacak, bugün çok orjinal diye ağızlara pelesenk olan kimi feminist yorumların skolastik dünyadan çıktığı görülmeyecektir.(2)
Mot à mot alınan sözlerin bir felsefi duruşu haksız biçimde daraltması, sığlaştırması ve varsa ondaki olanakları baştan iptal etmesi bazı sorunlara yol açmaktadır. Söz gelimi Stone’un kitabında aktarılan ilginç bir örnekte, cinsellikle ilgili görüşleri dolayısıyla feminist bir yazar Kantçılıkla anılır. Kant’ın ele alınışı şöyledir:
“Kant cinsel arzuların tehlikeli olduğunu çünkü bunların bizi diğer insanlara kişiler olarak değil nesneler (bizim kullanmamız için orada olan şeyler, salt beden parçası yığınları) gibi davranmaya zorladığını düşünmüştü. Kant bu tehlikelerin üstesinden yalnızca evlilikle gelinebileceğini ve cinsel arzuların ancak burada güvenli ve meşru bir şekilde tatmin edilebileceğini düşünmüştü çünkü evlilik, eşlerin birbirlerine kişiler olarak saygı göstermelerini garantiler”(3)
Stone bunu bir sorun olarak ele almasa da aslında burada Kant atfı “lafzın sınırlarında” dolaşır, felsefi gerekçeler yeterince sunulmaz. Hatta bu paragrafta Kant isminin yerine skolastik bir düşünürün ismini yerleştirseniz de aktarılan pasajın anlamı değişmeyecektir. Zira bu pasajda Catherine MacKinnon’un cinsellikle ilgili eleştirilen radikal feminist düşüncelerinin, Kant’ın felsefi sistemi ile (Transendental felsefe, kategoriler, numen ve fenomen, duyumculuk ve rasyonalizm, öznellik, özgürlük vb) nasıl bir bağlantı içinde olduğu açık değildir.(4)
Cinsiyetçi beyanı her şeyin başı ve sonu olarak temel aldığımızda başka bir sorun daha ortaya çıkıyor. Zira bu akıl yürütmede tutarlı olunacaksa, felsefelerinde “eril önyargı” içermeyenlerin feminist eleştiriden uzak tutulması gerekir. Bu durumda öncelikle kimi görececi filozoflar, bu arada Zenon gibi stoacılar ya da zindanda akıl ve şefkat karışımı bir figür olarak “felsefe kadınla” konuşan Boethius (felsefenin Teselisi) gibi figürlerin bizim için ayrıcalıklı bir yer tutması gerekirdi.
Yine eğer lafzın sınırlarında dolaşacak, mot à mot sözleri yorumlayacak ya da felsefi sisteme bütün olarak bakmayacaksak başka bir sorun daha vardır. Zira örneğin Platon’u kimi diyaloglarından hareketle felsefede erkek aklın kurucusu olarak görmek ne kadar mümkünse Devlet’in 5. kitabından hareketle -kadınların eğitim alma ve devlet yönetimine katılma haklarından bahsedildiği için- onda “yarım kalmış bir feminizm” görmek de o kadar mümkündür. (5)
Sonuçta Alison Stone da meselenin sadece ” beyanlar” olamayacağı konusunda bizi uyarır ve aslında daha ince bir noktaya dikkat çeker:
“Yine de böyle beyanların filozofların başlıca teorilerinin yanında marjinal kaldığı ve görmezden gelinebileceği düşünülebilir. Fakat feminist felsefe tarihçileri bu cinsiyetçi beyanların yalnızca marjinal olduklarına karşı çıkarlar. Bu beyanların söz konusu felsefi teorilerin içinde dolaşan ve derininde yatan erilci önyargıları açığa vurduğuna inanırlar. Feminist filozoflar mevcut olduğunu duyumsadıkları bu erilci önyargıları tespit etmek için, tarihsel metinler yorumlanır.” (6)
İşte tam da burası yani “eril beyanların” sistem ve metodolojiyi de açığa çıkartan yanları olabileceği iddiası bahsettiğimiz “lafzın sınırlarını aşmak” anlamında oldukça kritik bir yerdir. Bu noktada ilginç tezlerden birisi Genevieve Lloyd’un, Batı Felsefesinde Erkek ve Kadın: Erkek Akıl kitabıyla sunulmuştur.
“Lloyd’a göre, Platon’ dan Sartre’a kadar tüm filozoflar akıl yürütmeyi kişinin duygularına ve bedenine üstün gelmesi veya ‘aşkınlaşması’ olarak (çeşitli şekillerde) anladılar. Bu filozoflar aynı zamanda, erkekliğe erişmek için kişinin ‘dişil'(duygusal, bedenleşmiş) boyutunun üstesinden gelmesi gerektiği inancıyla, aklı erkeklikle bir tuttular.” (7)
Bu noktada kavramlara, çerçevelere, ikiliklere, yöntemlere, düşünme biçimine, her şeye sinen bir eril önyargıdan bahsediliyor. Sanki burada erkek egemenliğinin zihin dünyası bir çimento gibi tüm aralıklara sızmış, sızdığı yerde katılaşıp donmuş gibidir. Bunu önümüzdeki yazılarda tartışacağız. Ama giriş yazısı anlamında kimi soruları şimdiden ortaya atmakta fayda bulunmaktadır.
“Eril felsefe” olarak zihin ve beden ya da akıl ve duygu arasında katı, hiyerarşik, ikici karşıtlıkları gören bir yaklaşımı nasıl ele alabiliriz?
Ya da “erkeklere ait düşünme biçimi” diye soyutlanabilecek bir şeyden bahsedebilir miyiz?
Burada erkek ve kadına tarih-aşırı bir öz mü atfedilmektedir?
Ayrıca bu vesileyle, feminizmin en önemli konularından biri olarak “özcülük eleştirisini” felsefi tartışmalarla nasıl ilişkilendirebiliriz? Yağmurdan kaçarken doluya tutulmamak için bu kavramlar nasıl ele alınmalı?
Sonraki yazıya buradan devam edelim.
Kaynak ve notlar:
1-Tartışmalı yanlarıyla birlikte, feminist felsefe hakkında genel bir giriş için bkz. https://plato.stanford.edu/entries/feminist-philosophy/
2- Carrie Hull, Cinsiyet’in Ontolojisi, çev. Güliz Akçasoy,Fol Yayınları, 2022
Bu kitapta günümüz feminizmleri içinde anaakımlaşmış queer feminizmin en önemli temsilcilerinden Judith Butler’ın tezleri, Nelson Goodman, W. V. O. Quine gibi anglo-amerikan temsiler ile açıklanmaktadır. Yazara göre bu tezler açıkça nominalisttir. Nominalizm, çeşitleri ve kategorileri kültürel inşaalar olarak gören bir ontolojidir. Kökleri skolastik felsefeye uzanır. Abelardus’ta olduğu gibi adcılıkta, tek tek adlar vardır, gösterendir ve evrenseller gerçek değildir. Goodman ayrıca radikal bir görecidir. Quine ise kendinden menkul bir ontolojik görececi ve dilsel davranışçıdır.
3- Alison Stone, Feminist Felsefeye Giriş, çev: Yonca Cingöz, Bilge Tanrısever, Otonom yayıncılık, 2019, s.153
4-Kitapta atıf yapılan kaynak makalede Kant’tan esinlenme değil bizzat Kantçılık ifadesi kullanılmaktadır. Ne var ki Kantçılık olarak bahsedilen “şeyleştirmenin” de Kantın sisteminde nasıl bir yer tuttuğu açık değildir.
Martha C. Nussbaum, “Objectification” , Philosophy & Public Affairs, Vol. 24, No. 4 (Autumn, 1995), pp. 249-291 http://www.jstor.org/stable/2961930 s.265
5-Hakan Yücefer, “Platon’un Yarım Kalmış Feminizmi”, https://www.youtube.com/watch?v=AQ75z5XFjQg
6-Age, s.41
7-Age, s.18